Description
Şiirimizde İkinci Yeni hareketinin önde gelen şair ve kuramcılarından Cemal Süreya'nın anı, otobiyografi ve deneme türlerini iç içe işlediği 993 günceden oluşan günlüğü.
Cemal Süreya'nın, pek çok şair, şiir ve dergi üstüne düşünce ve görüşleriyle birlikte...
TADIMLIK:
1. Gün
İsmet Paşa ne demişti Lozan’daki çiçekçi kıza,
Dünyada ne varsa, iste onu demişti.
Doğru mu, bilmiyorum; ama İsmet Paşa, Lozan’da bir çiçekçi kızla ilgilenmiş. Çok inandığım biri söyledi geçende. Kızın hâlâ yaşıyor olduğunu da söyledi. Doğru olsun, olmasın, burda söz konusu olan artık benim gerçeğimdir. Yukardaki iki dizeyi de bunun için kurdum. Bir şiirin ilk iki dizesi olacaktı. Geliştiremedim. Ama, sanırım, bugün yerini buldu. Söze o iki dizeyle başladım.
Yine sanırım, bu yazı biçimi bana uyacak. Uyarsa, yaşadığım sürece akıp gitsin. Adını sonra koymalıyım. Neye dönüşecek, belli değil. Biliyorum, sürekli yazmak bir serüven, yazmaksa bir tören. Günce değil. Tarihler belirsiz. “1. gün”, “2. gün”... ayırma çizgileri olarak da kabul edilebilir. Yine de günce. Çünkü her gün yazacağım. “3. gün”den sonra “6. gün”e geçmişsem, demek aradaki iki günü de yazmışım, ama yayımlamayı uygun görmemişim. Onlar yayımlandığı gün ben hayatta olmamalıyım.*
2. Gün
Ece Ayhan’ın 2, 3 yıllık Bodrum serüveni bitti. Dün Tevfik Akdağ’la, önceden kararlaştırdığımız gibi onun Kızıltoprak’ta kaldığı eve gittik. Sonra Edip Cansever geldi, daha sonra İlhan Berk. Dük dö Cebeci geldi, çörek getirdi. Beyaz dergisinden iki genç arkadaş da ordaydı. İlhan, Edip, Ece, Tevfik, ben, hepimiz birbirimizi yaklaşık otuz yıldır tanırız. Ama, baktık, gerçekten beşimiz ilk kez bir araya geliyoruz. Bunun önemli bir olay olduğuna karar verildi: Çay, bira, rakı içildi. Siyasadan, şairlerden ve her şeyden söz edildi. Ece Ayhan’ın kitabı Almancaya çevrilmiş.
İstanbul’a yerleşecek yine. Bir yayınevinde ya da reklam kurumunda çalışacak. “Bizans’ına kavuştun” diyorum. Hafifçe gülümsüyor.
Ben iki biliyordum, beş ameliyat geçirmiş. Boynunu gösteriyor. Bir damara bir aletle mi ne, ek yapmışlar. Adını da söylüyor: “Yedeği de var, isterseniz göstereyim.”
Ece, Siyasal’a girdiği yıl (1953–1954) ben sondaydım. Bir iki yıl önce Milliyet Sanat’ta birinci sınıfta kaldığını yazmıştım. Bir süre sonra bunun böyle olmadığını belirten bir mektup almıştım ondan. Dün de söyledi. Burs alabilmek için o yıl çok çalışmış ve derece tutturarak geçmiş.
3. Gün
Toprağın Habil’i kabul ettiği
Şüphesiz yüzünün yumuşaklığından.
Seyrani
5. Gün
İmriülkays 889 yılında Ankara’da ölmüş. Bunu öğrenmek kolay anlatılmaz bir duygu uyandırdı bende. Ankara’yı daha mı çok sevmeye başladım? İmriülkays’ı daha mı yakın görür adam oldum kendime? Beklenmedik bir haber, bin yıllık da olsa, kimi zaman kişiyi coşku içine atabiliyor. Ankara iyi bildiğim, çok sevdiğim bir kent. İmriülkays’ın bildiğim şiiri ise ikiyi, üçü geçmez? Adının bendeki ağırlığı sandığımdan da fazlaymış. Ölümünün trajik biçimi de etkiledi herhal. Belki de, Ankara ve İmriülkays’ı yan yana görmek etkiledi. Ancak başka benzerleri de ortaya çıkınca görünür kılınacak bir duygu. Hitit Güneşi’nde Yedi Askı şairinin rengi de var artık.
6. Gün
Nicedir Hüsnü Aşk delisiyim. Abdülbaki Gölpınarlı’nın düzyazı çevirisinin de yardımıyla bu kitabın metni üzerinde dört yıldır mutlucana dolanıp duruyorum. Sanırım, Abdülbaki Gölpınarlı Divan Edebiyatı Beyanındadır’ı yazmaya otururken biraz da Şeyh Galip’ten cesaret aldı; onun Hüsnü Aşk’taki divan şiiri eleştirisini çıkış noktası olarak gördü.
Şeyh Galip bir Divan şairi midir? Değil. Divan’a bağlıdır, onun içinde yetişmiştir. Ama Divan şiiri Şeyh Galip’le en azından bir ters akıntı kazanır. Mazmunlar yiter onun şiirinde, bir bakıma, kişiselleşerek basmakalıp çerçevelerinden kurtulur; orda burda bugünkü anlamda imgeler baş gösterir.
Şeyh Galip 42 yaşında ölmüş. Bu kısa hayatında çok özgün bir şiirsel çıkış yapmış: “Kıyamet cilvesi” bir çıkış. Ayrıca değil, şiirinin içinde bir poetikası var: Türkçeci; namaz dualarını bile, herkesin kendi diline göre okuyabilmesi görüşüne katılıyor. Didaktik şiire iyice karşı. Bunun için de en çok Nabi’yi eleştiriyor. Nef’i’nin yalnız adını anıyor. “Yeni söz” yolları açma çabasını, İran şairleri dışında, yalnız Fuzuli’de buluyor. Ona göre bozmak da, yapmak gibi doğal karşılanabilmeli.
Şeyh Galip’in çok süslü olduğunu ileri sürenler olabilir. O süse bir daha baksınlar. Çıldıran bir süs! Süs çıldırdı mı, süs değildir artık. Belki de bundan, betimleme lirizme çok çabuk dönüşür onda.
Orhan Veli eski şiirimizin serüvenini de gerçekten çok iyi incelemiş. Yahya Kemal’i değerlendirdiği bir yazısında, Şeyh Galip’le onun arasındaki yüz yılı (Tanzimat, Servetifünun, Fecr-i Ati, Milli Edebiyat) şiirsel planda bir “boşluk” olarak gördüğünü anımsamıyorum.
Behçet Necatigil “son büyük Divan şairi” diyor onun için. İlk modern şairimiz neden olmasın?
“Bir taze edaya kailiz biz.”
9. Gün
Dağlarca, pencerenin önündeki masada bir başına oturuyordu. Çantasını yanındaki sandalyenin boynuna asmış. Sırtında bej bir ceket. Son günlerde giyimine ayrı bir özen gösteriyor. Saçlarının, özellikle de kaşlarının ağarması yüzüne ayrı bir anlam, bir yumuşama getirdi. Gözlerinin bu kadar mavi olduğunu, bakışlarının bu kadar ışıltılı olduğunu yeni ayrımsıyorum. Kar, gölü ışıldattı. Bütün bunlara karşın, sözleri eskisinden çok daha iğneli.
Ama neşeli bugün.
“Bütün şehitler toplumcudur” dizesine dayanan bir şiir üzerinde çalışıyormuş. Yazdığı bölümü birkaç kez okudu. “Bu şiir” dedi, “benim için çok önemli. Bütün şehitler toplumcu olunca, gericilerin elinden her şeyi almış oluyorum. Çünkü onlar yalnız şehitlere bel bağlamaktalar.”
Bir gün şöyle demişti: “Evet, toplum kendi yönetim biçimini kendi kurar. Ama hangi toplum? Bugünde dünkü.”
Dikkat ettim, Dağlarca içki içerken kontrolünü hiç yitirmediği gibi, belli bir dozdan sonra sanki ikinci bir kontrol daha kazanıyor.
11. Gün
Ben laubali giderim.
Eşrefoğlu
12. Gün
Bir yerde okumuştum: “İnsan, yererken aptal, överken zekidir.”
Yapıcı eleştiriden yana söylenmiş bir söz bu. Abartılmış da olsa, bir gerçek payı taşıyor. Sözgelimi Saint–Beuve övdüklerinin çok büyük bir bölüğünde haklı, yerdiklerinin çok büyük bir bölüğünde haksız çıkmıştır.
Ama bir de büyük sanatçıların birbirlerini en acımasız biçimde yermeleri var. Michel Ragon’un Günümüzün Resmi adlı yapıtında bunun çok örneğini gördüm.
Velázquez, sık sık Raffaello’nun yapıtından “hiç” hoşlanmadığını söylermiş. Şu yargı Greco’nun: “Michelangelo saygın bir kişi, ama, ne yazık, resimden yana hiç nasibi yok.”
Baudelaire, Delacroix’nın “yalnız kendi yaptığı resmi bildiğini”, bu bakımdan onun sanat üzerine düşüncelerini izlemenin kişiyi çok yanlış yollara götüreceğini söylemiş. Delacroix bunun acısını sonunda çıkarmış. Delacroix ayrıca sürekli olarak Ingres’i aşağılayıp durmuş.
Manet, “söyle şu Renoir resim yapmayı bıraksın” diye Monet’yi haberci yollamaya kalkmış; Cézanne’ın yapıtı için de, önüne gelene, “şu iğrenç resimleri nasıl sevebilirsiniz” diyerek çatarmış.
Cézanne’ın da, gördüğü ilk Van Gogh imzalı tablo karşısında yargısı: “Akıl hastaları sergisinden mi?”
13. Gün
Ansiklopedide, Baudelaire maddesinin çevirisi elime geldi. Çevirmen, Les Fleurs du Mal’e “Kötülük Çiçekleri” demiş. Gerçekten kitap son yıllarda Türkçede daha çok o adla anılmaya başladı. Önceki yıllarda “Şer Çiçekleri” diye çevrilmişti. Meydan Larousse’ta, “Elem Çiçekleri”. Ben de yıllar önce “Ağu Çiçekleri” diyordum.
“Elem Çiçekleri”, Les Fleurs du Mal’in içeriğinden çok uzak. Öbürlerinin de o içeriği tam karşılamadığı kanısındayım. Yapıt bütünüyle ele alınınca, “mal” sözcüğünde yara, suç, tuhaflık, şeytansılık, aşağılanmışlık anlamları bir araya geliyor. Bunlara büyük ölçüde “spleen” sözcüğünün anlamını da eklemek gerekir. En iyisi, diyorum, Öz Türkçe bir ad aramak. Sonradan yaratılmış bir sözcük.
14. Gün
Halklarını anlatmak isteyenler
Başka halkları anlattılar;
Kendilerini anlatanlar
Yalnız kendilerini anlattılar.
15. Gün
Celal Sılay ile Dağlarca arasında başlangıçta ortak noktalar vardı. Bunlar Necip Fazıl etkilerine bağlanabilir. Ancak etkiler Celal Sılay’da daha derin ve daha doğrudan nitelikteydi. Dağlarca, doğa içinde, hatta doğanın bir parçası gibi devindiğinden, Necip Fazıl’ı kısa süre içinde dışladı, hatta yadsıdı. Celal Sılay kent içinde deviniyordu. Necip Fazıl’ı bu yüzden uzun bir süre daha şiirinde taşıdı. Sonunda somut düşünceyle kurtuldu ondan. Ama Dağlarca, Orhan Veli’nin, dışında ve “karşı olmadan” karşısında yerini alırken, Celal Sılay “dışında gibi”, ama arkasında yürüdü. Dergi çıkardığı yıllar Celal Sılay’ın şiirde uzun bunalım yıllarıdır. “Cemile’nin Elleri” gibi güzel şiirlerine karşın kuramadığı biçimi “Dön Döne Döne”de yakaladı. Sonunda kendine benzeyen şiiri bulmuştu. Ne yazık ki ölüm de oralarda bir yerlerdeydi.
Yazar:Cemal Süreya
ISBN:978-975-363-508-7
YKY'de İlk Baskı Tarihi:08.1996
Payment & Security
Your payment information is processed securely. We do not store credit card details nor have access to your credit card information.